Hepinize kocaman merhabalar. Tabi ki her zaman olduğu gibi
bir işe merak salıp sonrasında üşengeçliğimden devamını asla getirememe huyum
bu işte de kendini belli etti ve uzunca bir süredir gram yazı yazmadım. Ha
bugün ha yarın derken çoğu zamanımı yatarak geçirme rekorunu yine elimden
bırakmadım, ama şimdi son. İşte geldim burdayım, Eurotrip’imin ilk basamağı
olan Brugge ve Brüksel yazımla karşınızdayım.
İlk önce çok kısacık genel bahsedeyim geziden. Lizbon’dan
çıktık; Brüksel ve arada küçük bir kuple Brugge; sonra Berlin; ordan da
Venedik; Floransa ve araya biraz Pisa; Roma ve Vatikan’ı tavaf ederek
sonlandırdık. Yorulduk mu yorulduk, üşüdük mü üşüdük, sırayla hasta olduk mu
onu da olduk. Ama bunun yanında hayvancıklar gibi gezdik, tozduk, yedik, içtik;
tadını çıkara çıkara mini bir Öropa turu yapmış olduk. Hazırsanız başlayalım
sevgili Brugge ve Brüksel ile.
GÜN 1
Tabi ki canımız Ryanair ile Lizbon’dan Brüksel Zaventem
Havaalanı’na yollandık. İkimizde de ellişer litrelik birer çanta ve küçük
kişisel çantalarımız vardı. Boyutla veya ağırlıkla ilgili hiçbir sorun
yaşamadık. Uçağımızın saatinin biraz ters olması sebebiyle öğlen-akşamüstü gibi
Brüksel’e indik. Belçika’da toplam 1 buçuk günümüz olduğu ve Brugge’ü de görmek
istediğimiz için bu yarım günü direk Brugge’e ayırmaya karar verdik ve tren
bileti almaya koyulduk, ama makinede kendimizi kaybedince soluğu canımız gişede
aldık. Orada bizi inanılmaz tatlı bir amca karşıladı ve bize en ucuz şekilde
nasıl gideriz söyledi ve biletlerimizi almış bulunduk. İlk önce trenle Brüksel
merkeze geçtik (bu bilet 8,70 euroydu), oradan da Brugge’e giden bir trene
aktarma yaptık (Brugge için de gidiş-dönüş 12 euro verdik). Yaklaşık bir buçuk
saatlik bir yolun ardından buz gibi bir Brugge’e ulaştııık. Size tavsiyem, tren
istasyonunda ücretsiz verilen haritalardan mutlaka alın. Zaten küçücük olduğu
için şehirde görmeniz gereken tüm noktaları bu haritada görebiliyorsunuz ve
rahatça hepsini bulabiliyorsunuz. Tren istasyonundan şehir merkezi çok yakın
değil, yazın yürünebilir belki ama buz gibi havada sırtımızda eşşek gibi
çantalarla yürüyemeyeceğimiz için otobüse bindik. (ÇOK ÖNEMLİ NOT: OTOBÜSE
BİNMEYİN, NEDENİNİ SÖYLİCEM). Kişi başı 3’er Euro vererek güzellik Brugge’ün
şehir meydanına ulaşmış olduk, merkez tarafları Markt olarak geçiyor.
Ne yazık ki bizi muhteşem bir soğuk ve daha da kötüsü
nerdeyse yer hizasında bir sis karşıladı. Meydanda hemen arkamızda kalan meşhur
Belfort Çan Kulesi’nin kulesini bu sebepten silüet olarak görebildik, hiçbir
şey göremeyeceğimiz için de tepesine çıkamadık. Markt kısmı şehrin ana meydanı
gibi, irili ufaklı bu klasik binalardan yan yana çok tatlı bir görüntü
oluşturuyor. Biz de meydanda biraz turistlik yaptıktan sonra ara sokaklara
dalarak kendimizi kaybetme aşamasına geçtik. Zaman ilerledikçe sis daha da
çöktü ve Brugge gittikçe mistik (ve soğuk) bir hal aldı. Ne yalan söyleyeyim,
Brugge inanılmaz güzeldi ancak biz pek de tadını çıkaramadık bu sis yüzünden, o
yüzden 3-4 saat kaldık sadece. Kanal turu yapsaydınız bari diyenler olabilir;
ne yazık ki nehir DONMUŞ olduğundan bu seçeneği de değerlendiremedik L
Gezinirken Burg meydanına çıktık, burada Basilica of the Holy Blood ve belediye binası var. Buradan haritanın verdiği kudretle sokaklarda bata çıka Church of Our Lady’ye ulaştık. Yine bir sis bulutu bizi karşıladı tabi ki. Bir başka sıkıntıdan daha bahsedeceğim, bunu nerdeyse gittiğimiz her şehirde yaşadık: Kış mevsiminde olduğumuz için çoğu tarihi eser, bina vb. tadilatta, aklınızda bulunsun, üzülmeyin. Neyse devamında tekrar yürü babam yürü diyerekten meydana geri döndük. Artık soğuktan, sisten, yükten ve açlıktan mecalimiz kalmadığı için bir yerde yemek yemeye oturduk, meşhur patatisten tadalım dedik; fakat benim için sonuç hayal kırıklığı oldu. Donmuş superfresh patatesi meşhur Belçika patatesi diye kakalamak biraz ayıp bence, ha? Ama yediğimiz yerde turşulu ekşi bir sos istedik, gerçekten MÜKEMMELDİ. Bi süre sonra sos patates değil patates sosa eşlik etmeye başladı.
Karınlar doyup, ayaklar ısınıp, keyifler yerine gelince artık dönüş çanları çalmaya başladı, bu sırada biz hazırlanırken önümüzden bir otobüs geçti gitti. Biz de bu sırada (ben değil aslında Berke, hakkını vereyim) taksileri soruşturalım dedik ve tren istasyonu için verdikleri fiyatla şok olduk: taksici bize orası fix 7 euro dedi. Bu yüzden tekrar hatırlatıyorum, eğer 2 veya fazla kişiyseniz otobüsle hiç uğraşmayıp taksiye binin, otobüse 3er Euro vereceğinize taksiyle rahat rahat gidin. Velhasıl kelam, dönüş trenimize de bindik ve Brüksel’e doğru yola koyulduk.
Bu da meşhur Belfort Çan Kulesi. Gördüğünüz gibi sis yine bize geçit vermiyordu...
Bir de kanal fotoğrafı koyayım, gördüğünüz gibi her yer buz. Bu arada fotoğrafların hepsini ya yamuk ya da flu çekmişim soğuktan, kusura kalmayın.
Gezinirken Burg meydanına çıktık, burada Basilica of the Holy Blood ve belediye binası var. Buradan haritanın verdiği kudretle sokaklarda bata çıka Church of Our Lady’ye ulaştık. Yine bir sis bulutu bizi karşıladı tabi ki. Bir başka sıkıntıdan daha bahsedeceğim, bunu nerdeyse gittiğimiz her şehirde yaşadık: Kış mevsiminde olduğumuz için çoğu tarihi eser, bina vb. tadilatta, aklınızda bulunsun, üzülmeyin. Neyse devamında tekrar yürü babam yürü diyerekten meydana geri döndük. Artık soğuktan, sisten, yükten ve açlıktan mecalimiz kalmadığı için bir yerde yemek yemeye oturduk, meşhur patatisten tadalım dedik; fakat benim için sonuç hayal kırıklığı oldu. Donmuş superfresh patatesi meşhur Belçika patatesi diye kakalamak biraz ayıp bence, ha? Ama yediğimiz yerde turşulu ekşi bir sos istedik, gerçekten MÜKEMMELDİ. Bi süre sonra sos patates değil patates sosa eşlik etmeye başladı.
Karınlar doyup, ayaklar ısınıp, keyifler yerine gelince artık dönüş çanları çalmaya başladı, bu sırada biz hazırlanırken önümüzden bir otobüs geçti gitti. Biz de bu sırada (ben değil aslında Berke, hakkını vereyim) taksileri soruşturalım dedik ve tren istasyonu için verdikleri fiyatla şok olduk: taksici bize orası fix 7 euro dedi. Bu yüzden tekrar hatırlatıyorum, eğer 2 veya fazla kişiyseniz otobüsle hiç uğraşmayıp taksiye binin, otobüse 3er Euro vereceğinize taksiyle rahat rahat gidin. Velhasıl kelam, dönüş trenimize de bindik ve Brüksel’e doğru yola koyulduk.
Brüksel’de easyHotel’de kaldık (bildiğimiz easyJet’in hotel versiyonu), şehir merkezine ve Grand Place’a epey yakındı ve güzeldi. Brüksel Central durağında trenden inip metroyla bir durak gittik, De Brouckere durağında indik, burdan iki dakikalık falan bir yürüme mesafesindeydi. Brüksel’de tek bilet 2,10 euro, pek cep dostu değil açıkçası ama siz siz olun üçkağıtçılık ve uyanıklık yapmaya kalmayın sonra misliyle ödemek zorunda kalabilirsiniz olur da kontrole denk gelirseniz. Artık akşam olduğu için bir süre dinlenelim sonra da şu meeeeeşhur Delirium’u görelim dedik. Otelden 1 dakika falan sürüyordu yürümek, hemencecik gittik, güzelce bir loca kıvamında masaya kurulduk.
Delirium’un olayı şu, envai çeşit biraları var, fason markalardan tutun kendi yaptıklarına meyvelisinden acısını ekşisine yüzlerce biraları ve hepsine özel bardakları var. 25lik, 50lik, 70lik ve litrelik seçenekler vardı yanlış hatırlamıyorsam; ama biz tadım olsun diye 25liklerden içtik. Ortam olarak da hem cool hem tatlı bir pub havasında ama epeeey büyük, girdikçe başka bir salon çıkıyor falan bitmiyor, alt katı da biraz daha sıkışık ve bar havasında. Delirium’da güzel biralarımızı içiyoruz, mutlu mesut otele dönerek ilk günümüzü tamamlamış oluyoruz.
GÜN 2
İkinci günümüz tamamen Brüksel’e ayrılı ama akşam uçağımız olduğu için görmediğimiz bir yer kalmasın diye erken kalkıp hızlı hareket ediyoruz. İlk hedefimiz: Avrupa Parlamentosu. Bunun için metroyla Maelbeek durağına gidip biraz yürüdük. Parlamentoya girerken pasaportlarınızı veriyorsunuz ve haliyle güzel bir güvenlik aramasından geçiyorsunuz. Herhangi bir ücret talebi yok, üstelik verilen audioguidelar da ücretsiz. Yine herhangi bir ücret vermeden mont ve çantalarınızı vestiyere bırakabilirsiniz. Burada binayı ve parlamento salonunu gezebiliyorsunuz, herkes de çok kibar sürekli yardımcı olup tanıtım yapıyorlar.
Parlamentoyu ve çevresini tavaf ettikten sonra Atomium’u görmek için yine metroya bindik, Heysel durağında indik. Atomium’un içine girmek isterseniz ücretler 8-12 euro gibi bir aralıkta değişiyor, eğer Miniatürk’ün Örop versiyonu Mini Europe’la beraber gezerseniz 23 euro civarı bir meblağ ödüyorsunuz. Tahmin edilecek bir şekilde Atomium’a gitttiğimiz gün de bizi efsane bir sis bulutu karşılıyordu, bu yüzden girmedik; zaten belli bir seviyeye kadar bu ücretin kapsamında çıkabiliyorsunuz, sonrası için sanıyorum ek bir ücret vermeniz gerekiyor.
Gördüğünüz gibi yine sis, hep sis...
Buradan da yine geldiğimiz gibi metroya binip Manneken Pis ve Grand Place’ı görmeye merkeze doğru yollanıyoruz. Manneken Pis bu bildiğiniz işeyen çocuk heykeli, fakat insan kayda değer bir şey bekliyor. Biz de sokakları gezerken hadi nerde falan filan diyerek ararken bir anda karşımızda el kadar bir şeyle karşılaştık. Bildiğiniz bebek boyutunda bir heykel ve pipisinden su çıkıyor tek numarası bu.
Hayal kırıklığı on canvas, 2017.
Müthiş bir hayal kırıklığına uğruyorum ve bu hayal kırıklığımızı gidermek için Godiva’nın çilekli çukulatalarıyla kendimize bir jest yapıyoruz. Buradan Grand Place’a doğru çıkıyoruz, yine aynı Brugge’deki gibi eski mimarili binalarla çevrilmiş minik bir meydan. Bir sürü ara sokaklara çıkabiliyorsunuz meydandan, restoranlar butikler falan olan. Biz bu sokaklarda gezerken Tin Tin Shop’a rastladık. Tin Tin ile ilgili hediyelikler, kartpostallar, kitaplar, maketler bir sürü eşya satılıyordu, uğrayabilirseniz çok tatlı bir yer; uygun fiyata bir kartpostal veya rozet alabilirsiniz. Grand Place’ta gezinmeye devam ederken tabi ki acıkıyoruz ve patatese tekrar bir şans vermeye karar veriyoruz. Sonradan duydum ki eeeeen ünlüsü Fritland isimli yermiş, fakat biz Fritland’a girdik ve patatesleri superfresh gibi görünce beğenmeyip çıktık, kimse de kusura bakmasın. Ha tabi gidip mükemmel bir patates bulabildik mi, hayır yine donmuş patatese kaldık, bu sebeple Belçika benim gözümde patates konusunda bir fiyasko oldu. Üstüne tüm klişeleri yapalım bari diyerek waffle da yedik. O da eehhh işte olarak bizi biraz da olsa mutlu etti. Kısacası ya biz bulamadık en iyilerini, ya da Belçika’nın bu patates ve waffle ünü inanılmaz fos bir ün, bilemicem.
Grand Place manzaraları
Karnımızı hayal kırıklıklarıyla doyurduktan sonra son görmek istediğimiz yer olan St. Michel Katedrali’ni (aslında salmıştık burayı ama yürürken karşımıza çıktı ahahhaha) de gördükten sonra otele dönüyoruz.
Yolumuza çıkan St. Michel Katedrali'ne teşekkürler.
Otele gitmeden önce hemen alt caddemiz olan alışveriş caddesinde bir tur atıyoruz; burada Primark, Zara, H&M, Mango gibi gibi mağazalar var her türlüsü. Bu arada easyHotel’de checkout saati 10, ancak eşyalarınızı 3 euro karşılığı emanete bırakabiliyorsunuz 24 saat süresince, dolaplar da epey büyük ikimizin devasa çantalarını rahat rahat aldı. Velhasıl kelam, eşyalarımızı alıp kendimize yine bir kıyak geçtik ve uber çağırarak havaalanına konfor yüklü bir ulaşım sağladık. Yolda giderken bitmek bilmeyen bir Türk mahallesinden geçtik, ama gerçekten 20 sokak geçtik ve her birinde bir Türk mağazası, restoranı, kuaförü ve hatta mobilyacısı bile vardı. Sonradan öğrendim buralar Schaerbeek taraflarıymış, canınız Türk yemeği çekerse buraları yoklayabilirsiniz yani.
Son olarak genel fikrimden ve bahsetmeyi unuttuğum dil konusundan bahsedeyim. Bildiğiniz üzere Belçika’da Flemenkçe ve Fransızca olmak üzere iki dil konuşuluyor, bu beni epey etkiledi açıkçası neden bilmiyorum evet biraz saçma hahahaha. Brüksel’de genel olarak Fransızca, Brugge’de de genel olarak Flemenkçe konuşuluyordu; ama tabi ki herkes ama herkes İngilizce biliyor, anlaşma konusunda sıkıntı yaşamazsınız asla. Genel olarak Brüksel tatlı, küçücük, çok soğuk ve bence bir kerelik de olsa görülmesi gereken bir şehir. Kış mevsiminde geziyorsanız 8-10 saatte her yeri görebilirsiniz, yazın da (veya elbette isterseniz kışın da) isterseniz yayıla yayıla bir iki gün geçirebilirsiniz. Ama ya programda sadece bir gün kalıyor değer mi bilemedik derseniz, sıkıntıya düşmeyin çünkü haydi haydi yetiyor, tabi burada önemli bir başka nokta müze gezip gezmeyecek olmanız. Bunun gocunulacak bir şey olduğuna inanmadığım için açık açık söyleyebilirim, ben müze gezmeye bayılmıyorum. Şehri görmek, harabe bile olsa kilisedir şeydir gezmek daha çok ilgimi çekiyor, bazen de çok değişik repertuvara veya temalara sahip müzeleri gezmek istiyorum ama klasik müze tanımı beni çekmiyor, o yüzden Brüksel’de de Brugge’de de müze gezmedik (sevgilim de benim gibi sanat düşmanı hahahaha). Müze gezeyim derseniz 2 gün ayırmanız daha akıllıca olacaktır. Brüksel Havaalanı’na araçla gidecek olursanız dünya kadar yol yürüyeceksiniz bu da aklınızda bulunsun, güvenlik önlemlerini epey artırmışlar; aynı şekilde epey sıkı bir kontrolden geçeceksiniz, ama şansınıza güvenlik görevlisi Türk çıkarsa bize olduğu gibi, sizi pek sarsmadan tamam tamam iyi yolculuklar diyerek uğurlayabilir. Bir diğer nokta da, havaalanında internet korkunç derecede kötü ve havaalanı gerçekten efsane derecede büyük. O yüzden kapınızı ararken uçağı kaçırmamak için biraz erken gidin bence. Bu da size tavsiyem olsun.
Bir sonraki yazıda benim gezide en en çok sevdiğim yer olan bebek Berlin’den bahsedicem. Umarım işinize yarar anlattıklarım, yaramasa da ben içimi döküyorum o yüzden siz bilirsiniiiiiiiiz. Sorunuz falan olursa da severekten cevaplayabilirim. Tekrar söylüyorum KANALIMA ABONE OLMAYI SAKIN AMA SAKIN UNUTMAYIN. BEDANKT.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder