Hepinize selamlar. Yepyeni ve tazecik bir yazıyla
karşınızdayım. Bugünkü durağımız tadı damakta kalan canım Berlin. “Ich bin ein
Berliner.” diyerek fazla uzatmadan konuya gireyim ben en iyisi.
Bir önceki yazıda anlattığım gibi, 2.günümüzün akşamı
Berlin’e hareket etmek üzere havaalanına yollanmıştık. Tabi ki Ryanair bu
yolculuğumuzun da sponsoru oldu ve cidden komedi bir fiyata Berlin’e ulaştık,
uçuş yaklaşık 1 buçuk saat sürüyor. Bu arada Ryanair Tegel’i değil Schönefeld
Havaalanı’nı kullanıyor haberiniz olsun. İndiğimizde kalacağımız yere ulaşmak
için yine biletmatiklerin yolunu tuttuk. Berlin’de merkez bölgeler AB bölgeleri
olarak geçiyor, havaalanı ise bu bölgelerin dışında kaldığı için ABC geçerliliği
olan biletlerden almanız gerekiyor, bir bilet 3,40 euroydu. Berlin’de (en
azından bizim kullandıklarımız bunlardı) S-bahn, U-bahn ve tramvaylar genel
ulaşım yolları. Hemen çok kısaca bilet fiyatlarını geçeyim: S ve U’da bir bilet
2.80, 3 durak veya daha az kullanacaksanız 1,70; tramvayda ise bu 5 durak için
geçerli. Ek olarak eğer tekli değil de 4’lü bilet alırsanız çok daha uyguna
getirebilirsiniz; kısa mesafede 4’lü bilet 5,60, uzun gidecekseniz de yine 4’lü
bilet 9 euro. Bu arada bir gün içinde ulaşım araçlarına çok ihtiyaç
duyacağınızı düşünürseniz günlük bilet de alabilirsiniz, 7 euro bu bilet de;
ayrıca bu biletlerin hepsi otobüslerde de geçerli. Tekrar tekrar
hatırlatıyorum, bileti almanız yeterli değil, MUTLAKA AMA MUTLAKA validate
ettirin, aman diyim sonra üzülürsünüz.
GÜN 3
Bu gün için ilk durağımız Alexanderplatz ve Fernsehturm’du,
tramvaya binip Hackescher Markt durağında inip yürüye yürüye gittik. Tahmin
edin ne oldu, KOCA BİR SİS BULUTU YİNE ŞEHRİN ÜSTÜNE ÇÖKMÜŞTÜ. Bu yüzden meşhur
televizyon kulesine çıkmadık, biletlerin kişi başı 18 euro olması da önemli bir
nedendi bunda J.
Alexanderplatz meşhur meydanlardan biri, orda turlarken mutlaka sokak
satıcılarından ‘bradwurst’ yiyin, ne kadar salaş o kadar lezzetli bu kural her
yerde ve her zaman işliyor.
Buyrunuz meşhur, Berlin'in her yerinden görülen (efsane değil cidden gözüküyo) Televizyon kulesi - Fernsehturm.
Alexanderplatz yazısı yeterince gözüküyor di mi?
Burdan yürüye yürüye ve üşüye üşüye – ama hakkını vereyim
Berlin’in soğuğu katlanılabilir bir soğuktu, en azından biz ordayken – Berliner
Dom’a geldik. Berliner Dom aynı zamanda Museum Island’ın başlangıcı gibi bir
şey, anlaşılacağı üzere müzelerden oluşan bir adacığa geliyorsunuz yani.
Bulunan müzeler şöyle: Pergamon, Bode, Neues, Alte Nationalgalerie ve Altes
Museum. Açıkçası bilet fiyatlarını bilmiyorum ama gügıl amcadan kolayca
öğrenebilirsiniz diye düşünüyorum. Biz Pergamon Museum’a yollandık ama önemli
bir kısmı restorasyonda olduğu için girmekten vazgeçtik ve yolumuza devam
ettik.
Berliner Dom
Altes Museum
Bundan sonrası upuzun bir yürüme turunu oluşturuyor; benim
anıtları karıştırmam üzerine hedefimiz olan Jüdisches Museum’a tıpış tıpış yürüyoruz.
Yol üzerinde Humboldt Üniversitesi, Konzerthaus, Französischer Dom ve Deutscher
Dom’u ve birkaç daha adını hatırlamadığım monument değeri taşıyan binaları
görüp yürü babam yürü müzeye ulaşıyoruz. Öğrenci kartınızı gösterirseniz, EU
citizen olmanıza gerek yok, 3 euro’luk bileti alıp giriyorsunuz. Genel olarak
Yahudi tarihini anlatıyor bu müze, güzel ama bana sorarsanız kısıtlı vaktiniz
varsa görülmesi gereken bir yer değil.
Sağda Konzerthaus ve solda Französischer Dom
İstediğimizi bulamadığımız için küçük hayal kırıklıklarına
uğrayıp Checkpoint Charlie’ye yollanıyoruz. Burası anlayacağınız üzere
Doğu-Batı Almanya zamanlarında kullanılan bir kontrol noktası. Burada 5 euro
karşılığında herhangi bir kağıda (pasaport damgalatanlar varmış, keriz olmaya
gerek yok arkadaşlar başınıza dert açmayın) damga vurdurabilirsiniz, bir de
vize kağıdı gibi bir şey veriyorlar.
Çok kötü kalitedeki bu fotoğraf için hepinizden özür diliyorum lakin ben bir fotogırafır değilim.
Burada bu günlük gezelim günümüz turumuzu sonlandırıp yemek
falan yemeye gittik. Küçük bir dipnot vereyim: Berlin gece hayatıyla ilgili ne
yazık ki size verebileceğim bir bilgi yok, hastalık ve yorgunluktan akşamları
genelde baygın vaziyette sızıp kaldık hep, kusura bakmayınız.
GÜN 4
Bugüne erken başlıyoruz, ilk durağımız Gesundbrunnen
tarafında bulunan Berliner Underwelten isimli yeraltı turları. Ben bu tarz
yeraltı turudur mistik şeyleri seviyorum, Paris’te de en sevdiğim şey
Catacombes turuydu, neyse. Biz Dark Worlds turuna girdik, başka turlar da var;
Almanca, İngilizce ve İspanyolca seçenekleri ile. Öğrenci biletleri 9 euro idi.
Bir metro istasyonunun yanından girdik; turun teması İkinci Dünya Savaşı
sırasındaki hava saldırılarında kullanılan sığınaklardı. Vaktiniz ve bütçeniz
olursa mutlaka birini deneyin, ilgili bilgiye bu linkten ulaşabilirsiniz.
Tur bittikten sonra, bu sırada rehberimiz ve aynı zamanda
hostumuz olan Berke’nin sevgili dayısı – kendisine çok şükran duyuyorum bizi
her gün besledi, barındırdı ve gezdirdi – bizi Berlin Duvarı’ndan kalan bir
kısmı görmek üzere Bernauer Straße’ye götürdü. Burada bir nevi açık
hava müzesi kıvamında bir anıt oluşturulmuş epey uzunca, bu cadde duvarın
ayırdığı yerlerden birisiymiş, müze boyunca buradaki ailelerin hikayelerini,
duvarı geçmek isterken öldürülen insanlar için yapılan anıtları vb.
görüyorsunuz, çok etkileyiciydi benim için; buraya gitmenizi de şiddetle
tavsiye ediyorum.
Ayakkabılarım 2 numara büyük, normalde böyle kürek ayaklı değilim yani :))
Duvarın ve açık hava sergisinin başladığı nokta.
Dönem dönem resimlemişler bunlardan baya vardı.
Çok şükür duvarın ayıramadığı bir çift.
Buradan metroya binip meşhur Brandenburg Kapısı’na
gidiyoruz. Epey görkemli ve güzel bir yapı, hemen biraz ilerisinde de Reichstag
var. Reichstag’a girebiliyorsunuz ancak önceden bilet almanız lazım çünkü bazı
günler ziyaretçi kabul etmiyorlar, ayrıca pasaportunuzu da yanınızda
bulundurmayı unutmayın.
Görkem görkem görkem.
Neyse ki deliyim gözü kara deliyim, yakarım Reichstag'ı da yakarım diyen birileri yok artık aramızda.
Üstümüze çöken yorgunluk ve nerdeyse çoğu yeri görmüş
olmanın verdiği rahatlıkla biraz oturalım dinlenelim ve alışverişleyelim
diyerek Mall of Berlin’e yollanıyoruz yürüyerek. Yolda benim ilk gün asıl
gitmek istediğim yer olan “Memorial to the Murdered Jews of Europe”u sonunda
görüyoruz.
Ne üstüne oturduk, ne selfie çektik çünkü gerizekalı değiliz.
(Bu arada arkadaki balon 3 gün boyunca bizi asla yalnız bırakmadı.)
Mall of Berlin Potsdamer Platz tarafında kalıyor. Berlin’i
sevme nedenlerimden birisini şimdi sizinle paylaşıcam: kozmetik. DM ve
Rossmann’larda her şey komik derecede ucuz, 40 cente vitamin alabiliyorsunuz.
(Türkiye’de de yok mu diyenler için, son 6 aydır Lizbon’da yaşıyorum ve inanın
Gratis ve Watsons için kolumu falan kesebilecek kıvamdaydım.) Burada kendimi
kaybettikten sonra, Berke’nin dayısının arkadaşlarının davet ettiği tradisyonel
bir Alman yemeğine gidiyoruz; hayatımda ilk defa Ren geyiği eti yedim o gün.
Tatlı insanlar ve güzel sohbetler sonrası son güne enerji toplamak için günü
sonlandırıyoruz.
GÜN 5
Berlin’de son günümüz, biraz dinlenerek başlıyoruz. Bir
önceki gün sözleştiğimiz üzere Doğu Almanya yıllarındaki hayatı ve endüstriyel
tasarımları sergileyen iki exhibiton geziyoruz (birinin adı Alles Nack Plan?,
öteki de Life in DDR sanırım). Bunları baya sevdik, o zamanlarda kullanılan
arabalardan diş macunlarına evlerden çalışma hayatına genişçe bir sergiydi.
Bu Life in DDR sergisinden, kamp yapmaya giderken çadırları böyle arabaların üstünde taşıyorlamış acayip pratik yöntem.
Buradan East Side Gallery’ye yollandık. Warschauer Straße
durağından aşağıya doğru yürüyünce duvar başlıyor, oradan sallana sallana
duvarı geze geze yürüdük. Nedense aşağı yukarı tüm duvar boyunca demir çit
çekmişlerdi sebebini anlayamadık. Bu arada güneş batmadan görmeniz tavsiyemdir,
sonra pek bir anlamı olduğunu düşünmüyorum.
Klişeler ve çitler.
Ve şimdi günün en ama en güzel kısmı geliyor: LAHMACUN
SEVDALISI BERKSU SONUNDA MEMLEKET HASRETİNİ DİNDİRECEK OLAN YERE, KREUZBERG’E
GİDİYORDU. Aldığımız tavsiye üzerine hemen metro çıkışına yakında olan Doyum
Kebapçısına gittik. Bildiğimiz Türk atmosferi, ızgaralar, herşeyler, merhaba
abilerle karşılamacalar. Ne kadar da iğrençsin Almanya’ya gidip hemen kebap mı
yedin vizyonsuz diyen olursa gerçekten hiç acımadan alnını karışlarım; 5 aydır
hepsine hasrettim ben bunların. Lahmacun, Adana Kebap, ayraaaan ve kazandibini
mideye indirdim küçük bir ayıcık gibi. Her şey gerçekten çok ama çok
lezzetliydi, 2 kişi toplamda (2 lahmacun, 1 kebap, 1 dürüm, 3 ayran) 30 euro
verdik, aşırı pahalı da değildi bence. Üstüne mis gibi ikram çayımızı da içip
hadi bize müsaade diyerekten çıktık.
Allahım sana geliyorum başlangıcı.
Şu an bu resme bakıp ağlıyorum karnım da aç, pilavından bazlamasına, lavaşına közlenmiş biber&domatesine.......
Bir sonraki noktamız Kürfürstendamm’da olan Hard Rock Cafe
idi, tabi ki de bir poser olarak kendime bir Hard Rock tshirtü almazsam asla
ama kat’a olmazdı. Burdayken yakınımızda olan, bir kısmı saldırılarda yıkılmış
Kaiser-Wilhelm Kilisesi’ni de aradan çıkardık.
Kötü timing, güzel kilise.
En sonunda Alexanderplatz’a uğrayıp birkaç şey aldıktan
sonra son gece yemeğini yemek için eve döndük, hüzünle dolduk. Uçağımız sabah
erken olduğu için çok geç yatmadık, sabah yine S-bahn’la hava alanına ulaştık
ve sıkı bir kontrolden geçip Berlin’i tadı damağımızda kalaraktan terk eyledik.
Genel olarak ben Berlin’i çok sevdim. Bence rahat 4-5 günü
hak ediyor; Charlottenburg taraflarını, Olimpiyat Stadı’nı, Sachsenhausen
Toplama Kampı’nı göremedik biz mesela. Ama kesinlikle tekrar gitmek istediğim
şehirler listesine 1 numaradan giriş yaptı Berlin. Özellikle Doğu-Batı ayrımı,
hala şehirdeki yaşanmışlığının sürmesi ve tarihi his beni çok etkiledi. Bu
gezide en çok değen yer tartışmasız Berlin oldu benim için.
Upuzun bir yazı oldu umarım baymadan okumuşsunuzdur sonuna kadar. Ben şimdi biraz lahmacun ve adana resmine bakarak damar şarkılar eşliğinde depresyona gireceğim, en yakın zamanda da İtalyan pizzaları ve makarnalarıyla ilgili yazılarımla karşınızda olacağım. ALLES GUT!