5 Mart 2017 Pazar

Hepinize selamlar. Yepyeni ve tazecik bir yazıyla karşınızdayım. Bugünkü durağımız tadı damakta kalan canım Berlin. “Ich bin ein Berliner.” diyerek fazla uzatmadan konuya gireyim ben en iyisi.

Bir önceki yazıda anlattığım gibi, 2.günümüzün akşamı Berlin’e hareket etmek üzere havaalanına yollanmıştık. Tabi ki Ryanair bu yolculuğumuzun da sponsoru oldu ve cidden komedi bir fiyata Berlin’e ulaştık, uçuş yaklaşık 1 buçuk saat sürüyor. Bu arada Ryanair Tegel’i değil Schönefeld Havaalanı’nı kullanıyor haberiniz olsun. İndiğimizde kalacağımız yere ulaşmak için yine biletmatiklerin yolunu tuttuk. Berlin’de merkez bölgeler AB bölgeleri olarak geçiyor, havaalanı ise bu bölgelerin dışında kaldığı için ABC geçerliliği olan biletlerden almanız gerekiyor, bir bilet 3,40 euroydu. Berlin’de (en azından bizim kullandıklarımız bunlardı) S-bahn, U-bahn ve tramvaylar genel ulaşım yolları. Hemen çok kısaca bilet fiyatlarını geçeyim: S ve U’da bir bilet 2.80, 3 durak veya daha az kullanacaksanız 1,70; tramvayda ise bu 5 durak için geçerli. Ek olarak eğer tekli değil de 4’lü bilet alırsanız çok daha uyguna getirebilirsiniz; kısa mesafede 4’lü bilet 5,60, uzun gidecekseniz de yine 4’lü bilet 9 euro. Bu arada bir gün içinde ulaşım araçlarına çok ihtiyaç duyacağınızı düşünürseniz günlük bilet de alabilirsiniz, 7 euro bu bilet de; ayrıca bu biletlerin hepsi otobüslerde de geçerli. Tekrar tekrar hatırlatıyorum, bileti almanız yeterli değil, MUTLAKA AMA MUTLAKA validate ettirin, aman diyim sonra üzülürsünüz.

GÜN 3

Bu gün için ilk durağımız Alexanderplatz ve Fernsehturm’du, tramvaya binip Hackescher Markt durağında inip yürüye yürüye gittik. Tahmin edin ne oldu, KOCA BİR SİS BULUTU YİNE ŞEHRİN ÜSTÜNE ÇÖKMÜŞTÜ. Bu yüzden meşhur televizyon kulesine çıkmadık, biletlerin kişi başı 18 euro olması da önemli bir nedendi bunda J. Alexanderplatz meşhur meydanlardan biri, orda turlarken mutlaka sokak satıcılarından ‘bradwurst’ yiyin, ne kadar salaş o kadar lezzetli bu kural her yerde ve her zaman işliyor.


Buyrunuz meşhur, Berlin'in her yerinden görülen (efsane değil cidden gözüküyo) Televizyon kulesi - Fernsehturm.


Alexanderplatz yazısı yeterince gözüküyor di mi?

Burdan yürüye yürüye ve üşüye üşüye – ama hakkını vereyim Berlin’in soğuğu katlanılabilir bir soğuktu, en azından biz ordayken – Berliner Dom’a geldik. Berliner Dom aynı zamanda Museum Island’ın başlangıcı gibi bir şey, anlaşılacağı üzere müzelerden oluşan bir adacığa geliyorsunuz yani. Bulunan müzeler şöyle: Pergamon, Bode, Neues, Alte Nationalgalerie ve Altes Museum. Açıkçası bilet fiyatlarını bilmiyorum ama gügıl amcadan kolayca öğrenebilirsiniz diye düşünüyorum. Biz Pergamon Museum’a yollandık ama önemli bir kısmı restorasyonda olduğu için girmekten vazgeçtik ve yolumuza devam ettik.


Berliner Dom 


Altes Museum

Bundan sonrası upuzun bir yürüme turunu oluşturuyor; benim anıtları karıştırmam üzerine hedefimiz olan Jüdisches Museum’a tıpış tıpış yürüyoruz. Yol üzerinde Humboldt Üniversitesi, Konzerthaus, Französischer Dom ve Deutscher Dom’u ve birkaç daha adını hatırlamadığım monument değeri taşıyan binaları görüp yürü babam yürü müzeye ulaşıyoruz. Öğrenci kartınızı gösterirseniz, EU citizen olmanıza gerek yok, 3 euro’luk bileti alıp giriyorsunuz. Genel olarak Yahudi tarihini anlatıyor bu müze, güzel ama bana sorarsanız kısıtlı vaktiniz varsa görülmesi gereken bir yer değil.


Sağda Konzerthaus ve solda Französischer Dom

İstediğimizi bulamadığımız için küçük hayal kırıklıklarına uğrayıp Checkpoint Charlie’ye yollanıyoruz. Burası anlayacağınız üzere Doğu-Batı Almanya zamanlarında kullanılan bir kontrol noktası. Burada 5 euro karşılığında herhangi bir kağıda (pasaport damgalatanlar varmış, keriz olmaya gerek yok arkadaşlar başınıza dert açmayın) damga vurdurabilirsiniz, bir de vize kağıdı gibi bir şey veriyorlar.


Çok kötü kalitedeki bu fotoğraf için hepinizden özür diliyorum lakin ben bir fotogırafır değilim.


Burada bu günlük gezelim günümüz turumuzu sonlandırıp yemek falan yemeye gittik. Küçük bir dipnot vereyim: Berlin gece hayatıyla ilgili ne yazık ki size verebileceğim bir bilgi yok, hastalık ve yorgunluktan akşamları genelde baygın vaziyette sızıp kaldık hep, kusura bakmayınız.

GÜN 4

Bugüne erken başlıyoruz, ilk durağımız Gesundbrunnen tarafında bulunan Berliner Underwelten isimli yeraltı turları. Ben bu tarz yeraltı turudur mistik şeyleri seviyorum, Paris’te de en sevdiğim şey Catacombes turuydu, neyse. Biz Dark Worlds turuna girdik, başka turlar da var; Almanca, İngilizce ve İspanyolca seçenekleri ile. Öğrenci biletleri 9 euro idi. Bir metro istasyonunun yanından girdik; turun teması İkinci Dünya Savaşı sırasındaki hava saldırılarında kullanılan sığınaklardı. Vaktiniz ve bütçeniz olursa mutlaka birini deneyin, ilgili bilgiye bu linkten ulaşabilirsiniz.

Tur bittikten sonra, bu sırada rehberimiz ve aynı zamanda hostumuz olan Berke’nin sevgili dayısı – kendisine çok şükran duyuyorum bizi her gün besledi, barındırdı ve gezdirdi – bizi Berlin Duvarı’ndan kalan bir kısmı görmek üzere Bernauer Straße’ye götürdü. Burada bir nevi açık hava müzesi kıvamında bir anıt oluşturulmuş epey uzunca, bu cadde duvarın ayırdığı yerlerden birisiymiş, müze boyunca buradaki ailelerin hikayelerini, duvarı geçmek isterken öldürülen insanlar için yapılan anıtları vb. görüyorsunuz, çok etkileyiciydi benim için; buraya gitmenizi de şiddetle tavsiye ediyorum.


Ayakkabılarım 2 numara büyük, normalde böyle kürek ayaklı değilim yani :))


Duvarın ve açık hava sergisinin başladığı nokta.


Dönem dönem resimlemişler bunlardan baya vardı.


Çok şükür duvarın ayıramadığı bir çift.

Buradan metroya binip meşhur Brandenburg Kapısı’na gidiyoruz. Epey görkemli ve güzel bir yapı, hemen biraz ilerisinde de Reichstag var. Reichstag’a girebiliyorsunuz ancak önceden bilet almanız lazım çünkü bazı günler ziyaretçi kabul etmiyorlar, ayrıca pasaportunuzu da yanınızda bulundurmayı unutmayın.


Görkem görkem görkem.


Neyse ki deliyim gözü kara deliyim, yakarım Reichstag'ı da yakarım diyen birileri yok artık aramızda.

Üstümüze çöken yorgunluk ve nerdeyse çoğu yeri görmüş olmanın verdiği rahatlıkla biraz oturalım dinlenelim ve alışverişleyelim diyerek Mall of Berlin’e yollanıyoruz yürüyerek. Yolda benim ilk gün asıl gitmek istediğim yer olan “Memorial to the Murdered Jews of Europe”u sonunda görüyoruz.


Ne üstüne oturduk, ne selfie çektik çünkü gerizekalı değiliz. 
(Bu arada arkadaki balon 3 gün boyunca bizi asla yalnız bırakmadı.)

Mall of Berlin Potsdamer Platz tarafında kalıyor. Berlin’i sevme nedenlerimden birisini şimdi sizinle paylaşıcam: kozmetik. DM ve Rossmann’larda her şey komik derecede ucuz, 40 cente vitamin alabiliyorsunuz. (Türkiye’de de yok mu diyenler için, son 6 aydır Lizbon’da yaşıyorum ve inanın Gratis ve Watsons için kolumu falan kesebilecek kıvamdaydım.) Burada kendimi kaybettikten sonra, Berke’nin dayısının arkadaşlarının davet ettiği tradisyonel bir Alman yemeğine gidiyoruz; hayatımda ilk defa Ren geyiği eti yedim o gün. Tatlı insanlar ve güzel sohbetler sonrası son güne enerji toplamak için günü sonlandırıyoruz.


GÜN 5

Berlin’de son günümüz, biraz dinlenerek başlıyoruz. Bir önceki gün sözleştiğimiz üzere Doğu Almanya yıllarındaki hayatı ve endüstriyel tasarımları sergileyen iki exhibiton geziyoruz (birinin adı Alles Nack Plan?, öteki de Life in DDR sanırım). Bunları baya sevdik, o zamanlarda kullanılan arabalardan diş macunlarına evlerden çalışma hayatına genişçe bir sergiydi.


Bu Life in DDR sergisinden, kamp yapmaya giderken çadırları böyle arabaların üstünde taşıyorlamış acayip pratik yöntem.

Buradan East Side Gallery’ye yollandık. Warschauer Straße durağından aşağıya doğru yürüyünce duvar başlıyor, oradan sallana sallana duvarı geze geze yürüdük. Nedense aşağı yukarı tüm duvar boyunca demir çit çekmişlerdi sebebini anlayamadık. Bu arada güneş batmadan görmeniz tavsiyemdir, sonra pek bir anlamı olduğunu düşünmüyorum.


Klişeler ve çitler.


Ve şimdi günün en ama en güzel kısmı geliyor: LAHMACUN SEVDALISI BERKSU SONUNDA MEMLEKET HASRETİNİ DİNDİRECEK OLAN YERE, KREUZBERG’E GİDİYORDU. Aldığımız tavsiye üzerine hemen metro çıkışına yakında olan Doyum Kebapçısına gittik. Bildiğimiz Türk atmosferi, ızgaralar, herşeyler, merhaba abilerle karşılamacalar. Ne kadar da iğrençsin Almanya’ya gidip hemen kebap mı yedin vizyonsuz diyen olursa gerçekten hiç acımadan alnını karışlarım; 5 aydır hepsine hasrettim ben bunların. Lahmacun, Adana Kebap, ayraaaan ve kazandibini mideye indirdim küçük bir ayıcık gibi. Her şey gerçekten çok ama çok lezzetliydi, 2 kişi toplamda (2 lahmacun, 1 kebap, 1 dürüm, 3 ayran) 30 euro verdik, aşırı pahalı da değildi bence. Üstüne mis gibi ikram çayımızı da içip hadi bize müsaade diyerekten çıktık.


Allahım sana geliyorum başlangıcı.


Şu an bu resme bakıp ağlıyorum karnım da aç, pilavından bazlamasına, lavaşına közlenmiş biber&domatesine.......

Bir sonraki noktamız Kürfürstendamm’da olan Hard Rock Cafe idi, tabi ki de bir poser olarak kendime bir Hard Rock tshirtü almazsam asla ama kat’a olmazdı. Burdayken yakınımızda olan, bir kısmı saldırılarda yıkılmış Kaiser-Wilhelm Kilisesi’ni de aradan çıkardık.


Kötü timing, güzel kilise.

En sonunda Alexanderplatz’a uğrayıp birkaç şey aldıktan sonra son gece yemeğini yemek için eve döndük, hüzünle dolduk. Uçağımız sabah erken olduğu için çok geç yatmadık, sabah yine S-bahn’la hava alanına ulaştık ve sıkı bir kontrolden geçip Berlin’i tadı damağımızda kalaraktan terk eyledik.

Genel olarak ben Berlin’i çok sevdim. Bence rahat 4-5 günü hak ediyor; Charlottenburg taraflarını, Olimpiyat Stadı’nı, Sachsenhausen Toplama Kampı’nı göremedik biz mesela. Ama kesinlikle tekrar gitmek istediğim şehirler listesine 1 numaradan giriş yaptı Berlin. Özellikle Doğu-Batı ayrımı, hala şehirdeki yaşanmışlığının sürmesi ve tarihi his beni çok etkiledi. Bu gezide en çok değen yer tartışmasız Berlin oldu benim için.

Upuzun bir yazı oldu umarım baymadan okumuşsunuzdur sonuna kadar. Ben şimdi biraz lahmacun ve adana resmine bakarak damar şarkılar eşliğinde depresyona gireceğim, en yakın zamanda da İtalyan pizzaları ve makarnalarıyla ilgili yazılarımla karşınızda olacağım. ALLES GUT!

1 Mart 2017 Çarşamba

Hepinize kocaman merhabalar. Tabi ki her zaman olduğu gibi bir işe merak salıp sonrasında üşengeçliğimden devamını asla getirememe huyum bu işte de kendini belli etti ve uzunca bir süredir gram yazı yazmadım. Ha bugün ha yarın derken çoğu zamanımı yatarak geçirme rekorunu yine elimden bırakmadım, ama şimdi son. İşte geldim burdayım, Eurotrip’imin ilk basamağı olan Brugge ve Brüksel yazımla karşınızdayım.

İlk önce çok kısacık genel bahsedeyim geziden. Lizbon’dan çıktık; Brüksel ve arada küçük bir kuple Brugge; sonra Berlin; ordan da Venedik; Floransa ve araya biraz Pisa; Roma ve Vatikan’ı tavaf ederek sonlandırdık. Yorulduk mu yorulduk, üşüdük mü üşüdük, sırayla hasta olduk mu onu da olduk. Ama bunun yanında hayvancıklar gibi gezdik, tozduk, yedik, içtik; tadını çıkara çıkara mini bir Öropa turu yapmış olduk. Hazırsanız başlayalım sevgili Brugge ve Brüksel ile.

GÜN 1

Tabi ki canımız Ryanair ile Lizbon’dan Brüksel Zaventem Havaalanı’na yollandık. İkimizde de ellişer litrelik birer çanta ve küçük kişisel çantalarımız vardı. Boyutla veya ağırlıkla ilgili hiçbir sorun yaşamadık. Uçağımızın saatinin biraz ters olması sebebiyle öğlen-akşamüstü gibi Brüksel’e indik. Belçika’da toplam 1 buçuk günümüz olduğu ve Brugge’ü de görmek istediğimiz için bu yarım günü direk Brugge’e ayırmaya karar verdik ve tren bileti almaya koyulduk, ama makinede kendimizi kaybedince soluğu canımız gişede aldık. Orada bizi inanılmaz tatlı bir amca karşıladı ve bize en ucuz şekilde nasıl gideriz söyledi ve biletlerimizi almış bulunduk. İlk önce trenle Brüksel merkeze geçtik (bu bilet 8,70 euroydu), oradan da Brugge’e giden bir trene aktarma yaptık (Brugge için de gidiş-dönüş 12 euro verdik). Yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolun ardından buz gibi bir Brugge’e ulaştııık. Size tavsiyem, tren istasyonunda ücretsiz verilen haritalardan mutlaka alın. Zaten küçücük olduğu için şehirde görmeniz gereken tüm noktaları bu haritada görebiliyorsunuz ve rahatça hepsini bulabiliyorsunuz. Tren istasyonundan şehir merkezi çok yakın değil, yazın yürünebilir belki ama buz gibi havada sırtımızda eşşek gibi çantalarla yürüyemeyeceğimiz için otobüse bindik. (ÇOK ÖNEMLİ NOT: OTOBÜSE BİNMEYİN, NEDENİNİ SÖYLİCEM). Kişi başı 3’er Euro vererek güzellik Brugge’ün şehir meydanına ulaşmış olduk, merkez tarafları Markt olarak geçiyor.


(Sisin en güzel anlaşıldığı fotoğrafım buydu.)
Grand Place - Brugge

Ne yazık ki bizi muhteşem bir soğuk ve daha da kötüsü nerdeyse yer hizasında bir sis karşıladı. Meydanda hemen arkamızda kalan meşhur Belfort Çan Kulesi’nin kulesini bu sebepten silüet olarak görebildik, hiçbir şey göremeyeceğimiz için de tepesine çıkamadık. Markt kısmı şehrin ana meydanı gibi, irili ufaklı bu klasik binalardan yan yana çok tatlı bir görüntü oluşturuyor. Biz de meydanda biraz turistlik yaptıktan sonra ara sokaklara dalarak kendimizi kaybetme aşamasına geçtik. Zaman ilerledikçe sis daha da çöktü ve Brugge gittikçe mistik (ve soğuk) bir hal aldı. Ne yalan söyleyeyim, Brugge inanılmaz güzeldi ancak biz pek de tadını çıkaramadık bu sis yüzünden, o yüzden 3-4 saat kaldık sadece. Kanal turu yapsaydınız bari diyenler olabilir; ne yazık ki nehir DONMUŞ olduğundan bu seçeneği de değerlendiremedik L


Bu da meşhur Belfort Çan Kulesi. Gördüğünüz gibi sis yine bize geçit vermiyordu...


Bir de kanal fotoğrafı koyayım, gördüğünüz gibi her yer buz. Bu arada fotoğrafların hepsini ya yamuk ya da flu çekmişim soğuktan, kusura kalmayın.

Gezinirken Burg meydanına çıktık, burada Basilica of the Holy Blood ve belediye binası var. Buradan haritanın verdiği kudretle sokaklarda bata çıka Church of Our Lady’ye ulaştık. Yine bir sis bulutu bizi karşıladı tabi ki. Bir başka sıkıntıdan daha bahsedeceğim, bunu nerdeyse gittiğimiz her şehirde yaşadık: Kış mevsiminde olduğumuz için çoğu tarihi eser, bina vb. tadilatta, aklınızda bulunsun, üzülmeyin. Neyse devamında tekrar yürü babam yürü diyerekten meydana geri döndük. Artık soğuktan, sisten, yükten ve açlıktan mecalimiz kalmadığı için bir yerde yemek yemeye oturduk, meşhur patatisten tadalım dedik; fakat benim için sonuç hayal kırıklığı oldu. Donmuş superfresh patatesi meşhur Belçika patatesi diye kakalamak biraz ayıp bence, ha? Ama yediğimiz yerde turşulu ekşi bir sos istedik, gerçekten MÜKEMMELDİ. Bi süre sonra sos patates değil patates sosa eşlik etmeye başladı.

Karınlar doyup, ayaklar ısınıp, keyifler yerine gelince artık dönüş çanları çalmaya başladı, bu sırada biz hazırlanırken önümüzden bir otobüs geçti gitti. Biz de bu sırada (ben değil aslında Berke, hakkını vereyim) taksileri soruşturalım dedik ve tren istasyonu için verdikleri fiyatla şok olduk: taksici bize orası fix 7 euro dedi. Bu yüzden tekrar hatırlatıyorum, eğer 2 veya fazla kişiyseniz otobüsle hiç uğraşmayıp taksiye binin, otobüse 3er Euro vereceğinize taksiyle rahat rahat gidin. Velhasıl kelam, dönüş trenimize de bindik ve Brüksel’e doğru yola koyulduk.

Brüksel’de easyHotel’de kaldık (bildiğimiz easyJet’in hotel versiyonu), şehir merkezine ve Grand Place’a epey yakındı ve güzeldi. Brüksel Central durağında trenden inip metroyla bir durak gittik, De Brouckere durağında indik, burdan iki dakikalık falan bir yürüme mesafesindeydi. Brüksel’de tek bilet 2,10 euro, pek cep dostu değil açıkçası ama siz siz olun üçkağıtçılık ve uyanıklık yapmaya kalmayın sonra misliyle ödemek zorunda kalabilirsiniz olur da kontrole denk gelirseniz. Artık akşam olduğu için bir süre dinlenelim sonra da şu meeeeeşhur Delirium’u görelim dedik. Otelden 1 dakika falan sürüyordu yürümek, hemencecik gittik, güzelce bir loca kıvamında masaya kurulduk.


Delirium’un olayı şu, envai çeşit biraları var, fason markalardan tutun kendi yaptıklarına meyvelisinden acısını ekşisine yüzlerce biraları ve hepsine özel bardakları var. 25lik, 50lik, 70lik ve litrelik seçenekler vardı yanlış hatırlamıyorsam; ama biz tadım olsun diye 25liklerden içtik. Ortam olarak da hem cool hem tatlı bir pub havasında ama epeeey büyük, girdikçe başka bir salon çıkıyor falan bitmiyor, alt katı da biraz daha sıkışık ve bar havasında. Delirium’da güzel biralarımızı içiyoruz, mutlu mesut otele dönerek ilk günümüzü tamamlamış oluyoruz.

GÜN 2

İkinci günümüz tamamen Brüksel’e ayrılı ama akşam uçağımız olduğu için görmediğimiz bir yer kalmasın diye erken kalkıp hızlı hareket ediyoruz. İlk hedefimiz: Avrupa Parlamentosu. Bunun için metroyla Maelbeek durağına gidip biraz yürüdük. Parlamentoya girerken pasaportlarınızı veriyorsunuz ve haliyle güzel bir güvenlik aramasından geçiyorsunuz. Herhangi bir ücret talebi yok, üstelik verilen audioguidelar da ücretsiz. Yine herhangi bir ücret vermeden mont ve çantalarınızı vestiyere bırakabilirsiniz. Burada binayı ve parlamento salonunu gezebiliyorsunuz, herkes de çok kibar sürekli yardımcı olup tanıtım yapıyorlar.



Parlamentoyu ve çevresini tavaf ettikten sonra Atomium’u görmek için yine metroya bindik, Heysel durağında indik. Atomium’un içine girmek isterseniz ücretler 8-12 euro gibi bir aralıkta değişiyor, eğer Miniatürk’ün Örop versiyonu Mini Europe’la beraber gezerseniz 23 euro civarı bir meblağ ödüyorsunuz. Tahmin edilecek bir şekilde Atomium’a gitttiğimiz gün de bizi efsane bir sis bulutu karşılıyordu, bu yüzden girmedik; zaten belli bir seviyeye kadar bu ücretin kapsamında çıkabiliyorsunuz, sonrası için sanıyorum ek bir ücret vermeniz gerekiyor.


Gördüğünüz gibi yine sis, hep sis...

Buradan da yine geldiğimiz gibi metroya binip Manneken Pis ve Grand Place’ı görmeye merkeze doğru yollanıyoruz. Manneken Pis bu bildiğiniz işeyen çocuk heykeli, fakat insan kayda değer bir şey bekliyor. Biz de sokakları gezerken hadi nerde falan filan diyerek ararken bir anda karşımızda el kadar bir şeyle karşılaştık. Bildiğiniz bebek boyutunda bir heykel ve pipisinden su çıkıyor tek numarası bu.


Hayal kırıklığı on canvas, 2017.

Müthiş bir hayal kırıklığına uğruyorum ve bu hayal kırıklığımızı gidermek için Godiva’nın çilekli çukulatalarıyla kendimize bir jest yapıyoruz. Buradan Grand Place’a doğru çıkıyoruz, yine aynı Brugge’deki gibi eski mimarili binalarla çevrilmiş minik bir meydan. Bir sürü ara sokaklara çıkabiliyorsunuz meydandan, restoranlar butikler falan olan. Biz bu sokaklarda gezerken Tin Tin Shop’a rastladık. Tin Tin ile ilgili hediyelikler, kartpostallar, kitaplar, maketler bir sürü eşya satılıyordu, uğrayabilirseniz çok tatlı bir yer; uygun fiyata bir kartpostal veya rozet alabilirsiniz. Grand Place’ta gezinmeye devam ederken tabi ki acıkıyoruz ve patatese tekrar bir şans vermeye karar veriyoruz. Sonradan duydum ki eeeeen ünlüsü Fritland isimli yermiş, fakat biz Fritland’a girdik ve patatesleri superfresh gibi görünce beğenmeyip çıktık, kimse de kusura bakmasın. Ha tabi gidip mükemmel bir patates bulabildik mi, hayır yine donmuş patatese kaldık, bu sebeple Belçika benim gözümde patates konusunda bir fiyasko oldu. Üstüne tüm klişeleri yapalım bari diyerek waffle da yedik. O da eehhh işte olarak bizi biraz da olsa mutlu etti. Kısacası ya biz bulamadık en iyilerini, ya da Belçika’nın bu patates ve waffle ünü inanılmaz fos bir ün, bilemicem.



Grand Place manzaraları

Karnımızı hayal kırıklıklarıyla doyurduktan sonra son görmek istediğimiz yer olan St. Michel Katedrali’ni (aslında salmıştık burayı ama yürürken karşımıza çıktı ahahhaha) de gördükten sonra otele dönüyoruz.


Yolumuza çıkan St. Michel Katedrali'ne teşekkürler.

Otele gitmeden önce hemen alt caddemiz olan alışveriş caddesinde bir tur atıyoruz; burada Primark, Zara, H&M, Mango gibi gibi mağazalar var her türlüsü. Bu arada easyHotel’de checkout saati 10, ancak eşyalarınızı 3 euro karşılığı emanete bırakabiliyorsunuz 24 saat süresince, dolaplar da epey büyük ikimizin devasa çantalarını rahat rahat aldı. Velhasıl kelam, eşyalarımızı alıp kendimize yine bir kıyak geçtik ve uber çağırarak havaalanına konfor yüklü bir ulaşım sağladık. Yolda giderken bitmek bilmeyen bir Türk mahallesinden geçtik, ama gerçekten 20 sokak geçtik ve her birinde bir Türk mağazası, restoranı, kuaförü ve hatta mobilyacısı bile vardı. Sonradan öğrendim buralar Schaerbeek taraflarıymış, canınız Türk yemeği çekerse buraları yoklayabilirsiniz yani.

Son olarak genel fikrimden ve bahsetmeyi unuttuğum dil konusundan bahsedeyim. Bildiğiniz üzere Belçika’da Flemenkçe ve Fransızca olmak üzere iki dil konuşuluyor, bu beni epey etkiledi açıkçası neden bilmiyorum evet biraz saçma hahahaha. Brüksel’de genel olarak Fransızca, Brugge’de de genel olarak Flemenkçe konuşuluyordu; ama tabi ki herkes ama herkes İngilizce biliyor, anlaşma konusunda sıkıntı yaşamazsınız asla. Genel olarak Brüksel tatlı, küçücük, çok soğuk ve bence bir kerelik de olsa görülmesi gereken bir şehir. Kış mevsiminde geziyorsanız 8-10 saatte her yeri görebilirsiniz, yazın da (veya elbette isterseniz kışın da) isterseniz yayıla yayıla bir iki gün geçirebilirsiniz. Ama ya programda sadece bir gün kalıyor değer mi bilemedik derseniz, sıkıntıya düşmeyin çünkü haydi haydi yetiyor, tabi burada önemli bir başka nokta müze gezip gezmeyecek olmanız. Bunun gocunulacak bir şey olduğuna inanmadığım için açık açık söyleyebilirim, ben müze gezmeye bayılmıyorum. Şehri görmek, harabe bile olsa kilisedir şeydir gezmek daha çok ilgimi çekiyor, bazen de çok değişik repertuvara veya temalara sahip müzeleri gezmek istiyorum ama klasik müze tanımı beni çekmiyor, o yüzden Brüksel’de de Brugge’de de müze gezmedik (sevgilim de benim gibi sanat düşmanı hahahaha). Müze gezeyim derseniz 2 gün ayırmanız daha akıllıca olacaktır. Brüksel Havaalanı’na araçla gidecek olursanız dünya kadar yol yürüyeceksiniz bu da aklınızda bulunsun, güvenlik önlemlerini epey artırmışlar; aynı şekilde epey sıkı bir kontrolden geçeceksiniz, ama şansınıza güvenlik görevlisi Türk çıkarsa bize olduğu gibi, sizi pek sarsmadan tamam tamam iyi yolculuklar diyerek uğurlayabilir. Bir diğer nokta da, havaalanında internet korkunç derecede kötü ve havaalanı gerçekten efsane derecede büyük. O yüzden kapınızı ararken uçağı kaçırmamak için biraz erken gidin bence. Bu da size tavsiyem olsun.

Bir sonraki yazıda benim gezide en en çok sevdiğim yer olan bebek Berlin’den bahsedicem. Umarım işinize yarar anlattıklarım, yaramasa da ben içimi döküyorum o yüzden siz bilirsiniiiiiiiiz. Sorunuz falan olursa da severekten cevaplayabilirim. Tekrar söylüyorum KANALIMA ABONE OLMAYI SAKIN AMA SAKIN UNUTMAYIN. BEDANKT.          

   

15 Ocak 2017 Pazar

Öncelikle hepinize merhaba. Beni yakından tanıyan bütün çevrem blogger vb. tiplere ne kadar uyuz olduğumu bilir, daha doğrusu bununla hava atmaya yeltenenlere. Amma velakin, Berksu Gündüz yine tükürdüğü bir şeyi yalıyor ve blogger oluyordu… Şaka şaka Allah korusun. Benimki can sıkıntısından kurtulmak, biraz prim yapmak ve olur ya bir gün Oyropa, özellikle de Portekiz’e gelmek isterseniz belki bakar da ah buraya gidek dersiniz diye açılmış tamamen hayal ürünü fikirlerle dolu bir blog olacak. Söylediğim hiçbir şey için sorumluluk kabul etmemekteyim zazi. Neyse haydi başlayalım.

Biz lahmacun sevdalıları için Portekiz çok uzak bir ülke. Neden diyorum çünkü benim aklıma hayalime gelmezdi bir gün Lizbon’a giderim, hele ki Erasmus yaparım. Gel gör ki insan bir gün daha kendini hayretler içinde bırakmasın. Nasıl karar verdim? Öncelikle şunu belirtmem lazım, sevgili üniversitem Frankofonluğuna uygun bir şekilde çoğu anlaşmasını Fransa ve Belçika ve biraz da İsviçre ile yapmıştı. Sevgili bendeniz ise Fransızlıktan biraz uzaklaşmak istiyordum. Bu durumda bana adam akıllı üç seçenek kaldı: Barselona, Lizbon ve Floransa. Marjilikten ödün vermeyen ben, ekonomik koşullarımı da göz önüne alarak “Lizbon ucuzmuş yav hem uzak çok turist de gelmez.” diyerekten 3 seçeneğimin ilk sırasına Lizbon’u konduruverdim. En şahane biefef’lerimden Beril ise ısrarını bozmadı ve Barselona yazdı (pis kadın). Sonuç olarak tabi ki de benden başka hiç kimse Lizbon’a gitmek istemediği için istediğime kavuşmuş oldum: 10 aylık – belki biraz daha az/fazla – maceramız başlıyordu.



Geliyorum Lizbon (bebektanelerinden veda pastası 💗)

Ağustos ayına kadar pek bir koşuşturma yaşamadım, arkadaşlarımın çoğu kampüsfırans falan uğraşırken ben “Yaaa gördünüz mü” tarzında çirkinlikler yaptım. Gelgelelim vize almak her koşulda insanı yoruyor ve geriyor. Portekiz öğrenci vizesi için Ankara’daki elçiliğe gidilmesi gerekiyor. İstenen belgeler var epey, olur da aklınıza düşerse bana ulaşın size yardımcı olurum buraya yazamam gari. Ama çok rahat çıktı vizem, ya geç kalırsa ya uçağı kaçırırsam vay abov derken 10 günde falan vizeme ve pasaportuma kavuştum. (Aylar önce yazdığım yazıya edit: Vizemi uzattım temmuz sonuna kadar vizem var onu da anlatıcam başka bir yazıda behleyiverin.)

Erasmus başlamadan önce bence insanı en çok zorlayan ve strese sokan şey kalacak yer bulabilmek. Ben okulun anlaşmalı yurduna n’olur n’olmaz diye başvuru yollamıştım, çift kişilik oda çıktı diye reddettim (vay haspam). Ancak o işler o kadar kolay olmuyormuş. Pek çok site var bunun için, ama en meşhuru uniplaces.com. Burada bir sürü şehirde oda, stüdyo daire, residence dairesi falan bakabiliyorsunuz. Lakin sonucunda göz görmeyince gönül katlanır hikayesini yaşamak mümkün, gitmeden önce ödediğiniz depozitonun yanması riski de cabası. Genelde çoğunluk memnun kalıyor bu sitelerden, ama ev sahibi cadı çıkan arkadaşlarım olmadı değil. Neyse, ben bu riski alamadım ve yurda beni geri alır mısınız ltfn diye yalvardım. İlk başta almadılar, burnu sürtünsün diye midir bilmem. Fakat gidişime 1 ay kala falan Berksu gel sana oda çıktı dediler, ben de hemen kaptım. 3 ay sonrasında yazdığım için şimdi izlenimlerimi paylaşabilirim. Yurdum şehir merkezinde değil, ama Lizbon çok küçük bir şehir olduğundan bu bir sıkıntı yaratmıyor. Küçük bir yurt, mutfağı ve buzdolapları bir sınanma tahtası gibi; bazı günler yemek yapabilmek için yarım saatten fazla sıra beklediğim oluyor. Ama bunun dışında gül gibi geçinip gidiyorum (kıçını kaşıdı), tatlış bir oda arkadaşım var; ama ikinci dönem o gideceği için tek kişilik bir odaya çıkma talebinde bulundum, sayısız reddedilişten sonra doğum günümde hediye olarak bir ay sonra tek kişilik odaya geçebileceğimi söylediler YEHU. (Edit 2: Yaklaşık 1 buçuk aydır yeni odamdayım, kendisine benim küçük sarayım dicem mutlu mesut geçiniyorum şükür.)

Başka önemli (hatta belki en önemlisi budur) konu: HİBE. Arkadaşlar her şeyde olduğu gibi Erasmus’ta da money talks. Hibeniz büyük ihtimalle gittiğinizden 2 ay sonra falan yatmış olacak, o yüzden hazırlıklı gidin. Benim hayatımı çoooooooooook kolaylaştıran bir para harcama metodu olan debit prepaid kartlar; yani gitmeden önce euro yatırıp burda yine euro harcadığımız kartlar, mutlaka bunlardan bir tane edinin. Böylece euronun çılgın artışları karşısında ağlarken gözyaşı yoğunluğu biraz azalabilir. Burada para harcarken asla yapmamanız gereken bir şey olarak: euroyu TL’ye çevirmek. Yapmayın, etmeyin, su bile alamazsınız valla. Kıyafet, kozmetik, ayakkabı falan alırken yapılabilir bu hesap, ama markette domates alırken oha kilosu 2 euroymuş oha nerdeyse 7 lira bu ne lan deyip kendinize eziyet etmeyin. Ha bu arada pek çok Avrupa şehrinde musluk suyu içilebiliyor, o büyük rahatlık. İlk başlarda bir iğrenti oluyor ama zamanla alışıyorsunuz Erikli’den bile güzel geliyor. Sadece çok bekletmemek lazım kokuyor hahahaha. Lizbon’da fiyatlar genelde ucuz, yaşamak gerçekten çok kolay. Pek çok şeyi bulabiliyorsunuz marketlerde, gel gelelim benim en çok sıkıntım olan konu KOZMETİK. Bir insanın memleket hasreti çektiği alan Gratis, Watsons, Rossmann olabilir mi ya? Vallahi de oluyormuş. Burada çok kıt ürün var, fiyatları da çooooooook yüksek. Türkiye’de 10 liraya alabildiğim şampuan burada 7 euro, yani aşağı yukarı 25 lira falan. O yüzden harcarken içim acıyan tek alan kozmetik. Onun dışında bir sıkıntım yok. Haaaa tabi ki gönüllerin efendisi Primark’ı unutmamak lazım: çok ucuza aşırı kaliteli olmayan ürünlerin satıldığı bir mağaza burası. Bildiğim kadarıyla İngiltere’de çok meşhur bu Primark, benim de favoritom oldu ama bağımlılık gibi de anasını satayım her gittiğimde bir şey alıyorum. Neyse efendim uzatmayalım.






Lizbon ve nostaljik tramvayları
(Fötö babuşum Ayberk Gündüz'e aittir.)

Biraz da genel olarak Lizbon’dan bahsedeyim. Çok rahat bir şehir; dert yok, acele eden yok, zaten küçücük, metrosu İZBAN gibi 12 dakika yazıyor 20 dakika bekliyorsunuz ama güzel yani sonuçta herkes her yere geç gidiyor haha. Tipik bir Avrupa şehri, mimarisi kendini korumuş, hemen her yerinde yeşil bir alan ve meydan var. Bu arada beni en çok şaşırtan şey İstanbul’a benzerliği oldu: iki yakası var, bu yakaları birbirine bağlayan iki köprü var (bizimki 3 oldu eat this), nostaljik tramvayları var, her yer ama her yer yokuş, son olarak da havaların soğumasıyla ortaya çıkan kestane satıcıları ile bu benzerlikler had safhaya ulaşmış oldu. Ama hayat çok daha sakin, kimse bir yere koşturmuyor, trafik yok. Laaaaakin, insanlar korkunç araba kullanıyor. Bizdeki kasaptan mı aldın tabiri buradaki insanlara cuk oturuyor. Yanlış anlaşılmasın tehlikeli sürmüyorlar da kötü sürüyorlar ve korkunç park ediyorlar. Havasına gelirsek, gelmeden önce ya Lizbon Akdeniz şehri, okudum 340 gün güneşliymiş kalın bir şey götürmiyim safsatası bir yerlerimde patladı. Eylül ayında geldim, gündüz bayılıcam sıcaktan sandım ama gece pikeyle uyurken üşüdüm. İnanılmaz dengesiz bir havası var. Kış da gelince bu dengesizlik daha da arttı, aynı gün içinde aşırı sıcak, aşırı soğuk, yağmur, güneş, rüzgar, fırtına gibi türlü doğa olayları yaşanabiliyor. O yüzden sakın kendinizi bu sıcak ülke yalanına inandırmayın (Barselona’dan bildiri de aynı yönde, İber Yarımadası dengesiz bir iklime sahip). (Yine bir edit: Valla bu dengesizlik doğru ama Aralık ayı minimum 14-15 derecelerle geçti, sıcak ülke yalanına az da olsa inandırabilirsiniz kendinizi.) İnsanlarına gelecek olursak, Lizbonlular az biraz höthöt insanlar. Öyle öküz, ayı değiller de pek aşırı sıcakkanlı da değiller. Ve Erasmusa başladığınızda fark edeceksiniz de ÖĞRENCİ İŞLERİ GÖREVLİSİ her yerde aynı. HER YERDE KABA. Neyse okullarla ilgili ayrı bir yazı yazarım belki. Çoğu insan İngilizce biliyor, şaşırtıcı bir şekilde çoğu insan çok güzel Fransızca konuşuyor. Kendi dillerine gelecek olursak, yine kendimi inandırdığım A2 seviye İspanyolcam bana yardımcı olur yalanım fos çıkıyor, ve Portekizce beni kan ter içinde bırakıyordu. Dil bilgisi bakımından gerçekten çok benzerler, fakat konu telaffuza gelince Portekizce gerçekten hiçbir Batı Avrupa diline benzemiyor. Arkadaşlarıma ses kaydı attım, Rusça ders mi alıyorsun dediler. Ve çok da zor vurgular, nazal sesler falan. Neyse uğraşıyoz bakalım ama bence olcak. (Edit 4: Az biraz oluyor.)

Yemek konusuna apayrı bir paragraf açmak istedim. Bu paragrafın adını LAHMACUN HASRETİ koymak istiyorum. Ne yazık ki Portekiz mutfağı şimdilik beni pek etkileyemedi. Sütleri süt değil, tereyağları tereyağ; ha bir de Avrupa’da tereyağ yerme modası ne zaman bitecek çok merak ediyorum. AMA TEREYAĞI ÇOK AMA ÇOK ZARARLI demeyen bir yüropiyın görmedim. Sizleri Canan Karatay hocama havale ediyorum, TEREYAĞ ÇOK SÜPER BİR ŞEY ZEVKSİZLER. Kendime çok kızıyorum ama henüz adam akıllı bir Portekiz yemeği tatmadım sanırım ya. Bunları da başka bir yazıda anlatayım çok uzadı baydım. Ama tatlılar süper gerçekten mikemmel o konuda haklarını teslim etmek lazım şimdi. (Sanırım son edit: Balık falan yedim bu arada, güzel restoranlar keşfettim, ve biraz önyargımı kırdım. Her şeyden önemlisi ise porsiyonlar. Verdiğiniz parayı kuruşu kuruşuna hak ediyor her yer, öyle çalışma masası boyutunda et kesme tahtası içinde bir avuçluk yemek gelmiyor hiçbir yerde. Öküz gibi yiyorsunuz, çoğu zaman çok uygun ücretler karşılığında. Seni seviyom Lizbon. Yemek için ayrı biz yazı yazcam.)



Bu yemek üç kişi için geldi, doymayız diye korkarken (biz iyi yiyen bir aileyiz) tabakta yemek bıraktık ve Türkiye'ye kıyasla komik bir hesap ödedik. 

Velhasıl kelam, girizgah yazım budur. Beğenmeyenler sieee diyomuşum şaka değil derim. Bundan sonra gittiğim yerlerle ilgili falan yazcam, arada da içimden gelen bir şeyler yazarım belki belli mi olur. Ayrıca döndüğümde Portekizce dersi almak isteyen olursa şimdiden randevu alabilir, lakin ücret biraz tuzlu olacak arkadaşlar Euronun hezimetini kapatmam lazım kbakmayın. Takip edin etmeyin, siz bilirsiniz. (ŞAKA ŞAKA LÜTFEN KANALIMA ABONE OLUNNNNN XD) Hepinize adeus!