5 Mart 2017 Pazar

Hepinize selamlar. Yepyeni ve tazecik bir yazıyla karşınızdayım. Bugünkü durağımız tadı damakta kalan canım Berlin. “Ich bin ein Berliner.” diyerek fazla uzatmadan konuya gireyim ben en iyisi.

Bir önceki yazıda anlattığım gibi, 2.günümüzün akşamı Berlin’e hareket etmek üzere havaalanına yollanmıştık. Tabi ki Ryanair bu yolculuğumuzun da sponsoru oldu ve cidden komedi bir fiyata Berlin’e ulaştık, uçuş yaklaşık 1 buçuk saat sürüyor. Bu arada Ryanair Tegel’i değil Schönefeld Havaalanı’nı kullanıyor haberiniz olsun. İndiğimizde kalacağımız yere ulaşmak için yine biletmatiklerin yolunu tuttuk. Berlin’de merkez bölgeler AB bölgeleri olarak geçiyor, havaalanı ise bu bölgelerin dışında kaldığı için ABC geçerliliği olan biletlerden almanız gerekiyor, bir bilet 3,40 euroydu. Berlin’de (en azından bizim kullandıklarımız bunlardı) S-bahn, U-bahn ve tramvaylar genel ulaşım yolları. Hemen çok kısaca bilet fiyatlarını geçeyim: S ve U’da bir bilet 2.80, 3 durak veya daha az kullanacaksanız 1,70; tramvayda ise bu 5 durak için geçerli. Ek olarak eğer tekli değil de 4’lü bilet alırsanız çok daha uyguna getirebilirsiniz; kısa mesafede 4’lü bilet 5,60, uzun gidecekseniz de yine 4’lü bilet 9 euro. Bu arada bir gün içinde ulaşım araçlarına çok ihtiyaç duyacağınızı düşünürseniz günlük bilet de alabilirsiniz, 7 euro bu bilet de; ayrıca bu biletlerin hepsi otobüslerde de geçerli. Tekrar tekrar hatırlatıyorum, bileti almanız yeterli değil, MUTLAKA AMA MUTLAKA validate ettirin, aman diyim sonra üzülürsünüz.

GÜN 3

Bu gün için ilk durağımız Alexanderplatz ve Fernsehturm’du, tramvaya binip Hackescher Markt durağında inip yürüye yürüye gittik. Tahmin edin ne oldu, KOCA BİR SİS BULUTU YİNE ŞEHRİN ÜSTÜNE ÇÖKMÜŞTÜ. Bu yüzden meşhur televizyon kulesine çıkmadık, biletlerin kişi başı 18 euro olması da önemli bir nedendi bunda J. Alexanderplatz meşhur meydanlardan biri, orda turlarken mutlaka sokak satıcılarından ‘bradwurst’ yiyin, ne kadar salaş o kadar lezzetli bu kural her yerde ve her zaman işliyor.


Buyrunuz meşhur, Berlin'in her yerinden görülen (efsane değil cidden gözüküyo) Televizyon kulesi - Fernsehturm.


Alexanderplatz yazısı yeterince gözüküyor di mi?

Burdan yürüye yürüye ve üşüye üşüye – ama hakkını vereyim Berlin’in soğuğu katlanılabilir bir soğuktu, en azından biz ordayken – Berliner Dom’a geldik. Berliner Dom aynı zamanda Museum Island’ın başlangıcı gibi bir şey, anlaşılacağı üzere müzelerden oluşan bir adacığa geliyorsunuz yani. Bulunan müzeler şöyle: Pergamon, Bode, Neues, Alte Nationalgalerie ve Altes Museum. Açıkçası bilet fiyatlarını bilmiyorum ama gügıl amcadan kolayca öğrenebilirsiniz diye düşünüyorum. Biz Pergamon Museum’a yollandık ama önemli bir kısmı restorasyonda olduğu için girmekten vazgeçtik ve yolumuza devam ettik.


Berliner Dom 


Altes Museum

Bundan sonrası upuzun bir yürüme turunu oluşturuyor; benim anıtları karıştırmam üzerine hedefimiz olan Jüdisches Museum’a tıpış tıpış yürüyoruz. Yol üzerinde Humboldt Üniversitesi, Konzerthaus, Französischer Dom ve Deutscher Dom’u ve birkaç daha adını hatırlamadığım monument değeri taşıyan binaları görüp yürü babam yürü müzeye ulaşıyoruz. Öğrenci kartınızı gösterirseniz, EU citizen olmanıza gerek yok, 3 euro’luk bileti alıp giriyorsunuz. Genel olarak Yahudi tarihini anlatıyor bu müze, güzel ama bana sorarsanız kısıtlı vaktiniz varsa görülmesi gereken bir yer değil.


Sağda Konzerthaus ve solda Französischer Dom

İstediğimizi bulamadığımız için küçük hayal kırıklıklarına uğrayıp Checkpoint Charlie’ye yollanıyoruz. Burası anlayacağınız üzere Doğu-Batı Almanya zamanlarında kullanılan bir kontrol noktası. Burada 5 euro karşılığında herhangi bir kağıda (pasaport damgalatanlar varmış, keriz olmaya gerek yok arkadaşlar başınıza dert açmayın) damga vurdurabilirsiniz, bir de vize kağıdı gibi bir şey veriyorlar.


Çok kötü kalitedeki bu fotoğraf için hepinizden özür diliyorum lakin ben bir fotogırafır değilim.


Burada bu günlük gezelim günümüz turumuzu sonlandırıp yemek falan yemeye gittik. Küçük bir dipnot vereyim: Berlin gece hayatıyla ilgili ne yazık ki size verebileceğim bir bilgi yok, hastalık ve yorgunluktan akşamları genelde baygın vaziyette sızıp kaldık hep, kusura bakmayınız.

GÜN 4

Bugüne erken başlıyoruz, ilk durağımız Gesundbrunnen tarafında bulunan Berliner Underwelten isimli yeraltı turları. Ben bu tarz yeraltı turudur mistik şeyleri seviyorum, Paris’te de en sevdiğim şey Catacombes turuydu, neyse. Biz Dark Worlds turuna girdik, başka turlar da var; Almanca, İngilizce ve İspanyolca seçenekleri ile. Öğrenci biletleri 9 euro idi. Bir metro istasyonunun yanından girdik; turun teması İkinci Dünya Savaşı sırasındaki hava saldırılarında kullanılan sığınaklardı. Vaktiniz ve bütçeniz olursa mutlaka birini deneyin, ilgili bilgiye bu linkten ulaşabilirsiniz.

Tur bittikten sonra, bu sırada rehberimiz ve aynı zamanda hostumuz olan Berke’nin sevgili dayısı – kendisine çok şükran duyuyorum bizi her gün besledi, barındırdı ve gezdirdi – bizi Berlin Duvarı’ndan kalan bir kısmı görmek üzere Bernauer Straße’ye götürdü. Burada bir nevi açık hava müzesi kıvamında bir anıt oluşturulmuş epey uzunca, bu cadde duvarın ayırdığı yerlerden birisiymiş, müze boyunca buradaki ailelerin hikayelerini, duvarı geçmek isterken öldürülen insanlar için yapılan anıtları vb. görüyorsunuz, çok etkileyiciydi benim için; buraya gitmenizi de şiddetle tavsiye ediyorum.


Ayakkabılarım 2 numara büyük, normalde böyle kürek ayaklı değilim yani :))


Duvarın ve açık hava sergisinin başladığı nokta.


Dönem dönem resimlemişler bunlardan baya vardı.


Çok şükür duvarın ayıramadığı bir çift.

Buradan metroya binip meşhur Brandenburg Kapısı’na gidiyoruz. Epey görkemli ve güzel bir yapı, hemen biraz ilerisinde de Reichstag var. Reichstag’a girebiliyorsunuz ancak önceden bilet almanız lazım çünkü bazı günler ziyaretçi kabul etmiyorlar, ayrıca pasaportunuzu da yanınızda bulundurmayı unutmayın.


Görkem görkem görkem.


Neyse ki deliyim gözü kara deliyim, yakarım Reichstag'ı da yakarım diyen birileri yok artık aramızda.

Üstümüze çöken yorgunluk ve nerdeyse çoğu yeri görmüş olmanın verdiği rahatlıkla biraz oturalım dinlenelim ve alışverişleyelim diyerek Mall of Berlin’e yollanıyoruz yürüyerek. Yolda benim ilk gün asıl gitmek istediğim yer olan “Memorial to the Murdered Jews of Europe”u sonunda görüyoruz.


Ne üstüne oturduk, ne selfie çektik çünkü gerizekalı değiliz. 
(Bu arada arkadaki balon 3 gün boyunca bizi asla yalnız bırakmadı.)

Mall of Berlin Potsdamer Platz tarafında kalıyor. Berlin’i sevme nedenlerimden birisini şimdi sizinle paylaşıcam: kozmetik. DM ve Rossmann’larda her şey komik derecede ucuz, 40 cente vitamin alabiliyorsunuz. (Türkiye’de de yok mu diyenler için, son 6 aydır Lizbon’da yaşıyorum ve inanın Gratis ve Watsons için kolumu falan kesebilecek kıvamdaydım.) Burada kendimi kaybettikten sonra, Berke’nin dayısının arkadaşlarının davet ettiği tradisyonel bir Alman yemeğine gidiyoruz; hayatımda ilk defa Ren geyiği eti yedim o gün. Tatlı insanlar ve güzel sohbetler sonrası son güne enerji toplamak için günü sonlandırıyoruz.


GÜN 5

Berlin’de son günümüz, biraz dinlenerek başlıyoruz. Bir önceki gün sözleştiğimiz üzere Doğu Almanya yıllarındaki hayatı ve endüstriyel tasarımları sergileyen iki exhibiton geziyoruz (birinin adı Alles Nack Plan?, öteki de Life in DDR sanırım). Bunları baya sevdik, o zamanlarda kullanılan arabalardan diş macunlarına evlerden çalışma hayatına genişçe bir sergiydi.


Bu Life in DDR sergisinden, kamp yapmaya giderken çadırları böyle arabaların üstünde taşıyorlamış acayip pratik yöntem.

Buradan East Side Gallery’ye yollandık. Warschauer Straße durağından aşağıya doğru yürüyünce duvar başlıyor, oradan sallana sallana duvarı geze geze yürüdük. Nedense aşağı yukarı tüm duvar boyunca demir çit çekmişlerdi sebebini anlayamadık. Bu arada güneş batmadan görmeniz tavsiyemdir, sonra pek bir anlamı olduğunu düşünmüyorum.


Klişeler ve çitler.


Ve şimdi günün en ama en güzel kısmı geliyor: LAHMACUN SEVDALISI BERKSU SONUNDA MEMLEKET HASRETİNİ DİNDİRECEK OLAN YERE, KREUZBERG’E GİDİYORDU. Aldığımız tavsiye üzerine hemen metro çıkışına yakında olan Doyum Kebapçısına gittik. Bildiğimiz Türk atmosferi, ızgaralar, herşeyler, merhaba abilerle karşılamacalar. Ne kadar da iğrençsin Almanya’ya gidip hemen kebap mı yedin vizyonsuz diyen olursa gerçekten hiç acımadan alnını karışlarım; 5 aydır hepsine hasrettim ben bunların. Lahmacun, Adana Kebap, ayraaaan ve kazandibini mideye indirdim küçük bir ayıcık gibi. Her şey gerçekten çok ama çok lezzetliydi, 2 kişi toplamda (2 lahmacun, 1 kebap, 1 dürüm, 3 ayran) 30 euro verdik, aşırı pahalı da değildi bence. Üstüne mis gibi ikram çayımızı da içip hadi bize müsaade diyerekten çıktık.


Allahım sana geliyorum başlangıcı.


Şu an bu resme bakıp ağlıyorum karnım da aç, pilavından bazlamasına, lavaşına közlenmiş biber&domatesine.......

Bir sonraki noktamız Kürfürstendamm’da olan Hard Rock Cafe idi, tabi ki de bir poser olarak kendime bir Hard Rock tshirtü almazsam asla ama kat’a olmazdı. Burdayken yakınımızda olan, bir kısmı saldırılarda yıkılmış Kaiser-Wilhelm Kilisesi’ni de aradan çıkardık.


Kötü timing, güzel kilise.

En sonunda Alexanderplatz’a uğrayıp birkaç şey aldıktan sonra son gece yemeğini yemek için eve döndük, hüzünle dolduk. Uçağımız sabah erken olduğu için çok geç yatmadık, sabah yine S-bahn’la hava alanına ulaştık ve sıkı bir kontrolden geçip Berlin’i tadı damağımızda kalaraktan terk eyledik.

Genel olarak ben Berlin’i çok sevdim. Bence rahat 4-5 günü hak ediyor; Charlottenburg taraflarını, Olimpiyat Stadı’nı, Sachsenhausen Toplama Kampı’nı göremedik biz mesela. Ama kesinlikle tekrar gitmek istediğim şehirler listesine 1 numaradan giriş yaptı Berlin. Özellikle Doğu-Batı ayrımı, hala şehirdeki yaşanmışlığının sürmesi ve tarihi his beni çok etkiledi. Bu gezide en çok değen yer tartışmasız Berlin oldu benim için.

Upuzun bir yazı oldu umarım baymadan okumuşsunuzdur sonuna kadar. Ben şimdi biraz lahmacun ve adana resmine bakarak damar şarkılar eşliğinde depresyona gireceğim, en yakın zamanda da İtalyan pizzaları ve makarnalarıyla ilgili yazılarımla karşınızda olacağım. ALLES GUT!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder