Öncelikle hepinize merhaba. Beni yakından tanıyan bütün
çevrem blogger vb. tiplere ne kadar uyuz olduğumu bilir, daha doğrusu bununla
hava atmaya yeltenenlere. Amma velakin, Berksu Gündüz yine tükürdüğü bir şeyi
yalıyor ve blogger oluyordu… Şaka şaka Allah korusun. Benimki can sıkıntısından
kurtulmak, biraz prim yapmak ve olur ya bir gün Oyropa, özellikle de Portekiz’e
gelmek isterseniz belki bakar da ah buraya gidek dersiniz diye açılmış tamamen
hayal ürünü fikirlerle dolu bir blog olacak. Söylediğim hiçbir şey için
sorumluluk kabul etmemekteyim zazi. Neyse haydi başlayalım.
Biz lahmacun sevdalıları için Portekiz çok uzak bir ülke.
Neden diyorum çünkü benim aklıma hayalime gelmezdi bir gün Lizbon’a giderim,
hele ki Erasmus yaparım. Gel gör ki insan bir gün daha kendini hayretler içinde
bırakmasın. Nasıl karar verdim? Öncelikle şunu belirtmem lazım, sevgili
üniversitem Frankofonluğuna uygun bir şekilde çoğu anlaşmasını Fransa ve
Belçika ve biraz da İsviçre ile yapmıştı. Sevgili bendeniz ise Fransızlıktan
biraz uzaklaşmak istiyordum. Bu durumda bana adam akıllı üç seçenek kaldı:
Barselona, Lizbon ve Floransa. Marjilikten ödün vermeyen ben, ekonomik
koşullarımı da göz önüne alarak “Lizbon ucuzmuş yav hem uzak çok turist de
gelmez.” diyerekten 3 seçeneğimin ilk sırasına Lizbon’u konduruverdim. En
şahane biefef’lerimden Beril ise ısrarını bozmadı ve Barselona yazdı (pis
kadın). Sonuç olarak tabi ki de benden başka hiç kimse Lizbon’a gitmek
istemediği için istediğime kavuşmuş oldum: 10 aylık – belki biraz daha az/fazla
– maceramız başlıyordu.
Geliyorum Lizbon (bebektanelerinden veda pastası 💗)
Ağustos ayına kadar pek bir koşuşturma yaşamadım,
arkadaşlarımın çoğu kampüsfırans falan uğraşırken ben “Yaaa gördünüz mü”
tarzında çirkinlikler yaptım. Gelgelelim vize almak her koşulda insanı yoruyor
ve geriyor. Portekiz öğrenci vizesi için Ankara’daki elçiliğe gidilmesi
gerekiyor. İstenen belgeler var epey, olur da aklınıza düşerse bana ulaşın size
yardımcı olurum buraya yazamam gari. Ama çok rahat çıktı vizem, ya geç kalırsa
ya uçağı kaçırırsam vay abov derken 10 günde falan vizeme ve pasaportuma
kavuştum. (Aylar önce yazdığım yazıya edit: Vizemi uzattım temmuz sonuna kadar
vizem var onu da anlatıcam başka bir yazıda behleyiverin.)
Erasmus başlamadan önce bence insanı en çok zorlayan ve
strese sokan şey kalacak yer bulabilmek. Ben okulun anlaşmalı yurduna n’olur
n’olmaz diye başvuru yollamıştım, çift kişilik oda çıktı diye reddettim (vay
haspam). Ancak o işler o kadar kolay olmuyormuş. Pek çok site var bunun için,
ama en meşhuru uniplaces.com. Burada bir sürü şehirde oda, stüdyo daire,
residence dairesi falan bakabiliyorsunuz. Lakin sonucunda göz görmeyince gönül
katlanır hikayesini yaşamak mümkün, gitmeden önce ödediğiniz depozitonun
yanması riski de cabası. Genelde çoğunluk memnun kalıyor bu sitelerden, ama ev
sahibi cadı çıkan arkadaşlarım olmadı değil. Neyse, ben bu riski alamadım ve
yurda beni geri alır mısınız ltfn diye yalvardım. İlk başta almadılar, burnu
sürtünsün diye midir bilmem. Fakat gidişime 1 ay kala falan Berksu gel sana oda
çıktı dediler, ben de hemen kaptım. 3 ay sonrasında yazdığım için şimdi
izlenimlerimi paylaşabilirim. Yurdum şehir merkezinde değil, ama Lizbon çok
küçük bir şehir olduğundan bu bir sıkıntı yaratmıyor. Küçük bir yurt, mutfağı
ve buzdolapları bir sınanma tahtası gibi; bazı günler yemek yapabilmek için
yarım saatten fazla sıra beklediğim oluyor. Ama bunun dışında gül gibi geçinip
gidiyorum (kıçını kaşıdı), tatlış bir oda arkadaşım var; ama ikinci dönem o
gideceği için tek kişilik bir odaya çıkma talebinde bulundum, sayısız
reddedilişten sonra doğum günümde hediye olarak bir ay sonra tek kişilik odaya
geçebileceğimi söylediler YEHU. (Edit 2: Yaklaşık 1 buçuk aydır yeni odamdayım,
kendisine benim küçük sarayım dicem mutlu mesut geçiniyorum şükür.)
Başka önemli (hatta belki en önemlisi budur) konu: HİBE.
Arkadaşlar her şeyde olduğu gibi Erasmus’ta da money talks. Hibeniz büyük
ihtimalle gittiğinizden 2 ay sonra falan yatmış olacak, o yüzden hazırlıklı
gidin. Benim hayatımı çoooooooooook kolaylaştıran bir para harcama metodu olan
debit prepaid kartlar; yani gitmeden önce euro yatırıp burda yine euro
harcadığımız kartlar, mutlaka bunlardan bir tane edinin. Böylece euronun çılgın
artışları karşısında ağlarken gözyaşı yoğunluğu biraz azalabilir. Burada para
harcarken asla yapmamanız gereken bir şey olarak: euroyu TL’ye çevirmek.
Yapmayın, etmeyin, su bile alamazsınız valla. Kıyafet, kozmetik, ayakkabı falan
alırken yapılabilir bu hesap, ama markette domates alırken oha kilosu 2
euroymuş oha nerdeyse 7 lira bu ne lan deyip kendinize eziyet etmeyin. Ha bu
arada pek çok Avrupa şehrinde musluk suyu içilebiliyor, o büyük rahatlık. İlk
başlarda bir iğrenti oluyor ama zamanla alışıyorsunuz Erikli’den bile güzel
geliyor. Sadece çok bekletmemek lazım kokuyor hahahaha. Lizbon’da fiyatlar
genelde ucuz, yaşamak gerçekten çok kolay. Pek çok şeyi bulabiliyorsunuz
marketlerde, gel gelelim benim en çok sıkıntım olan konu KOZMETİK. Bir insanın
memleket hasreti çektiği alan Gratis, Watsons, Rossmann olabilir mi ya? Vallahi
de oluyormuş. Burada çok kıt ürün var, fiyatları da çooooooook yüksek.
Türkiye’de 10 liraya alabildiğim şampuan burada 7 euro, yani aşağı yukarı 25
lira falan. O yüzden harcarken içim acıyan tek alan kozmetik. Onun dışında bir
sıkıntım yok. Haaaa tabi ki gönüllerin efendisi Primark’ı unutmamak lazım: çok
ucuza aşırı kaliteli olmayan ürünlerin satıldığı bir mağaza burası. Bildiğim
kadarıyla İngiltere’de çok meşhur bu Primark, benim de favoritom oldu ama
bağımlılık gibi de anasını satayım her gittiğimde bir şey alıyorum. Neyse
efendim uzatmayalım.
Lizbon ve nostaljik tramvayları
(Fötö babuşum Ayberk Gündüz'e aittir.)
(Fötö babuşum Ayberk Gündüz'e aittir.)
Biraz da genel olarak Lizbon’dan bahsedeyim. Çok rahat bir şehir; dert yok, acele eden yok, zaten küçücük, metrosu İZBAN gibi 12 dakika yazıyor 20 dakika bekliyorsunuz ama güzel yani sonuçta herkes her yere geç gidiyor haha. Tipik bir Avrupa şehri, mimarisi kendini korumuş, hemen her yerinde yeşil bir alan ve meydan var. Bu arada beni en çok şaşırtan şey İstanbul’a benzerliği oldu: iki yakası var, bu yakaları birbirine bağlayan iki köprü var (bizimki 3 oldu eat this), nostaljik tramvayları var, her yer ama her yer yokuş, son olarak da havaların soğumasıyla ortaya çıkan kestane satıcıları ile bu benzerlikler had safhaya ulaşmış oldu. Ama hayat çok daha sakin, kimse bir yere koşturmuyor, trafik yok. Laaaaakin, insanlar korkunç araba kullanıyor. Bizdeki kasaptan mı aldın tabiri buradaki insanlara cuk oturuyor. Yanlış anlaşılmasın tehlikeli sürmüyorlar da kötü sürüyorlar ve korkunç park ediyorlar. Havasına gelirsek, gelmeden önce ya Lizbon Akdeniz şehri, okudum 340 gün güneşliymiş kalın bir şey götürmiyim safsatası bir yerlerimde patladı. Eylül ayında geldim, gündüz bayılıcam sıcaktan sandım ama gece pikeyle uyurken üşüdüm. İnanılmaz dengesiz bir havası var. Kış da gelince bu dengesizlik daha da arttı, aynı gün içinde aşırı sıcak, aşırı soğuk, yağmur, güneş, rüzgar, fırtına gibi türlü doğa olayları yaşanabiliyor. O yüzden sakın kendinizi bu sıcak ülke yalanına inandırmayın (Barselona’dan bildiri de aynı yönde, İber Yarımadası dengesiz bir iklime sahip). (Yine bir edit: Valla bu dengesizlik doğru ama Aralık ayı minimum 14-15 derecelerle geçti, sıcak ülke yalanına az da olsa inandırabilirsiniz kendinizi.) İnsanlarına gelecek olursak, Lizbonlular az biraz höthöt insanlar. Öyle öküz, ayı değiller de pek aşırı sıcakkanlı da değiller. Ve Erasmusa başladığınızda fark edeceksiniz de ÖĞRENCİ İŞLERİ GÖREVLİSİ her yerde aynı. HER YERDE KABA. Neyse okullarla ilgili ayrı bir yazı yazarım belki. Çoğu insan İngilizce biliyor, şaşırtıcı bir şekilde çoğu insan çok güzel Fransızca konuşuyor. Kendi dillerine gelecek olursak, yine kendimi inandırdığım A2 seviye İspanyolcam bana yardımcı olur yalanım fos çıkıyor, ve Portekizce beni kan ter içinde bırakıyordu. Dil bilgisi bakımından gerçekten çok benzerler, fakat konu telaffuza gelince Portekizce gerçekten hiçbir Batı Avrupa diline benzemiyor. Arkadaşlarıma ses kaydı attım, Rusça ders mi alıyorsun dediler. Ve çok da zor vurgular, nazal sesler falan. Neyse uğraşıyoz bakalım ama bence olcak. (Edit 4: Az biraz oluyor.)
Yemek konusuna apayrı bir paragraf açmak istedim. Bu
paragrafın adını LAHMACUN HASRETİ koymak istiyorum. Ne yazık ki Portekiz
mutfağı şimdilik beni pek etkileyemedi. Sütleri süt değil, tereyağları tereyağ;
ha bir de Avrupa’da tereyağ yerme modası ne zaman bitecek çok merak ediyorum.
AMA TEREYAĞI ÇOK AMA ÇOK ZARARLI demeyen bir yüropiyın görmedim. Sizleri Canan
Karatay hocama havale ediyorum, TEREYAĞ ÇOK SÜPER BİR ŞEY ZEVKSİZLER. Kendime
çok kızıyorum ama henüz adam akıllı bir Portekiz yemeği tatmadım sanırım ya.
Bunları da başka bir yazıda anlatayım çok uzadı baydım. Ama tatlılar süper gerçekten
mikemmel o konuda haklarını teslim etmek lazım şimdi. (Sanırım son edit: Balık
falan yedim bu arada, güzel restoranlar keşfettim, ve biraz önyargımı kırdım.
Her şeyden önemlisi ise porsiyonlar. Verdiğiniz parayı kuruşu kuruşuna hak
ediyor her yer, öyle çalışma masası boyutunda et kesme tahtası içinde bir
avuçluk yemek gelmiyor hiçbir yerde. Öküz gibi yiyorsunuz, çoğu zaman çok uygun
ücretler karşılığında. Seni seviyom Lizbon. Yemek için ayrı biz yazı yazcam.)
Bu yemek üç kişi için geldi, doymayız diye korkarken (biz iyi yiyen bir aileyiz) tabakta yemek bıraktık ve Türkiye'ye kıyasla komik bir hesap ödedik.
Velhasıl kelam, girizgah yazım budur. Beğenmeyenler sieee
diyomuşum şaka değil derim. Bundan sonra gittiğim yerlerle ilgili falan yazcam,
arada da içimden gelen bir şeyler yazarım belki belli mi olur. Ayrıca
döndüğümde Portekizce dersi almak isteyen olursa şimdiden randevu alabilir,
lakin ücret biraz tuzlu olacak arkadaşlar Euronun hezimetini kapatmam lazım
kbakmayın. Takip edin etmeyin, siz bilirsiniz. (ŞAKA ŞAKA LÜTFEN KANALIMA ABONE
OLUNNNNN XD) Hepinize adeus!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder